Bir İstanbul Macerası. Tam sekiz yıl olmuştu İstanbul’a gitmeyeli; buram buram tarih kokan sokaklarında yürümeyeli. Mahmut Ekenel yazdı.
Bir İstanbul Macerası
Tam sekiz yıl olmuştu İstanbul’a gitmeyeli; buram buram tarih kokan sokaklarında yürümeyeli; ya da mis gibi deniz kokan boğaz havasını ciğerlerime çekmeyeli. Bu duygularla bindim İstanbul otobüsüne. Hava taşımacılığı son yıllarda yüzde yüz artmıştı ama, memleketim Niğde’ye henüz uğramamıştı. Aslında otobüsle yolculukta fena sayılmazdı. İnce ince yağan bir karın altında etrafa bakarak yolculuk yapmak hoş bile sayılırdı. Otobüs otobanda Bolu dağlarını yarıp geçerken gözümde eski hatıralar canlanıyordu. Tek şeritli yollarda ne zorluk çekerdi sürücüler ve yolcular. O korkunç uçurumların yanından geçip ağır ağır Bolu dağına tırmanırken yürekler ağıza gelirdi; biri hatalı sollama yapacak diye korkudan kerkes titrerdi. Ne güzel olmuştu çift şeritli bölünmüş yollar; ve dahası, göz açıp kapanıncaya kadar geçilen Bolu dağı tüneli.
Sonbaharın soğuğuyla sararıp göz alıcı renklere bürünmüş Bolu Dağı ormanlarından geçip, bacaları hiç durmadan tüten onlarca fabrikanın olduğu Kocaeli ve Gebze bölgesine selam verip, önümde Boğaziçi köprüsünün ışıklarını görünce içimi heyecan kaplıyordu. Köprünün daha önce hiç görmediğim şekilde bir ışık şöleni ile süslendiğini görünce de gözlerim fal taşı gibi açılıyordu. Nereye bakacağımı şaşırıyordum. Köprünün rengarenk ışıklarına mı, yoksa boğazın nefes kesen görüntüsüne mi, ya da ufukları kaplamış gökdelenlerden göğe yükselen ışık şölenine mi? Gözlerime inanamıyordum; bir şehir bu kadar mı değişirdi, bu kadar mı güzelleşir, bu kadar mı modernleşirdi.
İlk günümde yağmur merhaba dedi bana. Neyseki eski adetler devam ediyordu. Herhalde birgün önce yün şapka satan bütün sokak satıcıları birden şemsiye satmaya başlamışlardı. Tıklım tıklım dolu olan, ama etrafındaki yoğun trafiğe aldırmadan hızla ilerleyen Metrobüs’ten iner inmez aldım bir şemsiye. Nerde kahvaltı yapabilirim diye bakınırken Simit Sarayı çıktı karşıma. Harika bir simit ve sıcacık bir çay eşliğinde yağmurlu İstanbul’u, ve sağa sola bir telaş içinde koşuşan İstanbulluları izliyordum. İlk olumsuz düşüncemde burda belirmişti. Şehirciliğin bu kadar geliştiği bir yerde nasıl olur da hala sokaklarında çamur olurdu? Onlarca insan paçalarını çoraplarının içine sokmuş yürüyorlardı. Kahvaltım bitip bir dolmuşa binmek için yola çıktığımda daha da büyük olumsuzluklar beni bekliyordu. Binmek istemediğim bir dolmuş beni almak için üstüme üstüme sürüyordu. Ben kaçtım, o kovaladı; sonunda umudu kesip gaza bastı; benim üstüme de bir ton çamur attı.
Zar zor da olsa İstanbul Teknik Üniversitesine attım kendimi. Amerika’daki herhangi bir üniversiteye elinizi kolunuzu sallaya sallaya girebilirdiniz ama Türkiye’de hala kontroller sıkıydı. Güvenlik kontrolünden geçip kimlik bilgilerimi kayıt ettirdim. Sisli ve nemli bir havanın altında, yapraklardan şu damlacıklarının yola aktığı ağaçlı yoldan İnşaat fakültesine ulaştım. Arkadaşlarımı görmek harikaydı. Okul büyümüş ve modernleşmişti. Van depreminden dolayı heryerde ya bir gazeteci, ya da bir canlı yayın aracı vardı. Ben de üstüme gereken vazifeyi yaptım. ABD’de ki sistemi anlatan bir uzun bir seminer verip, İTÜ’deki akademisyenlerle bol bol bilgi alışverişi yaptım.
Çıkışta ise İstanbul’da bazı şeylerin hiç değişmeyeceğini kötü bir tecrübe ile öğrenecektim. Burda hayat mücadelesi öyle zordu ki, insanlardan sizin hakkınıza ya da sıranıza saygı duymasını beklemek herhalde hayalcilik oyunu olurdu. Taksi durağında önümdeki bir insana saygı duyarak sıramın gelmesini bekledim. Sıra bana gelince arkadan biri önüme atlayıp taksiyi kapmaz mı? Bir sonraki de aynı terbiyesizliği yapınca artık çare kalmamıştı, benim hakkımı aramam için agressif olmam gerekiyordu bu şehirde. Taksi gelir gelmez sarıldım kapıya, attım kendimi içeriye. Taksi yol alırken insanların trafikte nasıl kaba ve kuralsız olduklarını görünce yine bazı şeylerin değişmeyeceğini anlıyordum. Benim taksi şoförü girmemesi gereken güvenlik serinde yol alırken iyi ki araba kullanmıyorum şu anda dedim kendi kendime, değilse herhalde bir daha adımımı atmazdım bu şehre.
Ama aklımda daha çok yaşadığım güzellikler kaldı. İstinye’de boğaza bakıp balık yedim. Ne balığın tadına, ne boğazın güzelliğine doyamadım. Bebek’te boğaza karşı kebabların lezzetine baktım. Işıl ışıl parlayan köprülerinin güzelliğinin yediğim yemeğin lezzetine lezzet katmasına şahit oldum. Bağdat caddesindeki mağazalara, lokantalara, sokakta yürüyen insanlara hayran hayran baktım. Beyoğlunda yemedik tatlı bırakmadım. Herhalde tatlılar o kadar güzeldi ki, o güzelim tarihi Beyoğlu binalarının yerlerine renksiz modern binaların yapılmış olması da üzmedi beni. Hatta üstüme doğru yuyuyen yüzlerce, pardon, binlerce insana aldırış bile etmedim. Tarihi tünelde eğlenceli bir yolculuk yaptım. Sultan Ahmet köftelerinin tadına bakıp, tarihi İstanbul sokaklarında yürürken kendimi zaman tünelinde yolculuk yapıyor sandım. Bana hediyelik eşya satmak için sürekli peşimde koşan çocuklara bile gülümseyerek baktım. Şehirde güneş batınca, gökdelenlerden göğe doğru yükselen o ışık şölenine tekrar bakıp, iyiki geldim dedim.
Mahmut Ekenel / Los Angeles